Sayfalar

27 Şubat 2012

Oscar Galipleri

    
 Hollywood pazarlama stratejisinin büyük bir ürünü olan Oscar Ödül Töreni dün gece yapıldı malumunuz. Bendeniz ise her zamanki gibi uykuya yenik düşüp, töreni canlı canlı izleyemedim. Ama sabah kazanan listesine baktığımda tahminlerimde pek yanılmadığımı gördüm. Gönlümün şampiyonu olan The Artist'in en iyi film ve en iyi yönetmen dahil tam 5 dalda ödüle layık görüldüğü törenin diğer kazananları da şöyle:




En iyi film Ödülü
The Artist
En İyi Yönetmen:
Michel Hazanavicius - The Artist
En İyi Kadın Oyuncu:
Meryl Streep - The Iron Lady
En İyi Erkek Oyuncu:
Jean Dujardin - The Artist
En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu:
Octavia Spencer - The Help
En İyi Yardımcı Erkek Oyuncu: 
Christopher Plummer - Beginners 
En İyi Orijinal Senaryo:
Woody Allen - Midnight in Paris
En İyi Uyarlama Senaryo: 
Alexander Payne ve Nat Faxon & Jim Rash - The Descendants
En İyi Animasyon: 
Rango
En İyi Yabancı Film:
A Separation (İran) 
En İyi Kısa Animasyon:
The Fantastic Flying Books of Mr. Morris Lessmore - William Joyce, Brandon Oldenburg
En İyi Kısa Metraj Belgesel:
Saving Face - Daniel Junge, Sharmeen Obaid-Chinoy
En İyi Kısa Film:
The Shore - Terry George, Oorlagh George
En İyi Şarkı: 
Man or Muppet - The Muppets
En İyi Müzik: 
The Artist - Ludovic Bource
En İyi Görsel Efekt: 
Hugo - Robert Legato, Joss Williams, Ben Grossmann, Alex Henning
En İyi Uzun Metraj Belgesel:
Undefeated - Daniel Lindsay, T.J. Martin, Rich Middlemas
En İyi Ses Kurgusu: 
Hugo - Philip Stockton, Eugene Gearty
En İyi Ses Miksajı:
Hugo - Tom Fleischman, John Midgley
En İyi Kurgu: 
The Girl With The Dragon Tattoo - Angus Wall, Kirk Baxter
En İyi Makyaj:
The Iron Lady - Mark Coulier, J. Roy Helland
En İyi Kostüm Tasarımı:
The Artist - Mark Bridges
En İyi Görüntü Yönetmeni:
Hugo - Robert Richardson
En İyi Sanat Yönetmeni:

Hugo - Dante Ferretti, Francesca Lo Schiavo 

23 Şubat 2012

Magnifica Presenza Trailer

      Ferzan Özpetek'in mart ayında gösterime girecek olan son filmi Magnifica Presenza oyuncuları arasında Cem Yılmaz olduğu için basının dikkatini bir hayli çekti. Ancak Özpetek'in sinemasını takip edenler için yine göze, kulağa ve kalbe hitap eden bir film olacağı fragmandan hissediliyor.   

20 Şubat 2012

Fetih 1453

Hollywood yapımı epik filmleri her izlediğimde kendi kendime düşündüğüm bir şey vardı; bu kadar görkemli bir tarihe sahipken bizim ülkemizde neden böyle filmler çekilmiyordu. Kastettiğim büyük prodüksiyonlar, iddialı savaş filmleri değildi elbette ama Osmanlı zamanından Çanakkale Zaferi ve Kurtuluş Savaşı’na kadar beyazperdeye taşınabilecek oldukça zengin bir malzeme elde varken değerlendirilmemesine üzülüyordum. Fetih 1453’ün fragmanını gördüğümde de “sonunda cesur biri taşın altına elini koymaya karar vermiş” dedim. İşte bu yüzden Fetih 1453 bütün kusurlarına rağmen Türk sinemasında bir ilke kalkıştığı için, kendisinden sonra yapılacak daha doğru filmlere örnek olacağı için gidip izlenmeyi ve sadece cesaretinden ötürü takdir edilmeyi hak ediyor.
Takdir kısmını geçtikten sonra eleştiri oklarını çıkarıp teker teker fırlatmaya başlayabilirim. Bana göre Fetih 1453’ün en büyük kusuru görsel efektlerin amatörlüğü ya da CGI ve green-box uygulamalarının başarısızlığı değil. Filmin vasatın üzerine çıkmasını engelleyen şey izleyeni duygulandırması gereken yerde güldüren, dramatik bir yapı ve sağlam karakterlerden yoksun senaryosu. Bizans imparatoru ve kurmaylarının şimdilerde dalga geçerek izlediğimiz Kara Murat filmlerindeki kötü karakterlerden hiçbir farkı yok. “Çizmelerimi kaftanıyla sileceğim nihohahaa” tarzı cümleler kuran, içki alemlerinde kadın oynatan karikatürize ‘kötü’lerden bahsediyorum. Hele hele İmparator Konstantin’in havuzda yanında kızlarla bir sahnesi var ki kahkahalarla gülmemek elde değil. Aralarında sağduyulu (!) görünen ve İmparator’u Türkler’in gücüne karşı uyaran tek kişinin ise G.O.R.A.’daki “bir cisim yaklaşıyor Komutan Logar” repliğinin sahibinden fazla bir ağırlığı yok. 


Osmanlı tarafına geçtiğimizde de işin rengi değişmiyor maalesef. Sultan Mehmet’in gözdesi Gülbahar Hatun’un filmdeki işlevini hala çözmüş değilim örneğin. Kendisinin olduğu sahneleri atarsak hiçbir kayıp olmaz. Erkek kılığına girerek top yapımında babasına yardım eden Era’nın Ulubatlı Hasan’la ulu orta cilveleşmesinin yeniçeriler arasında değişik dedikodulara yol açmamış olması ise beni düşündürüyor. İstanbul’un fethinde çok kilit önemi bulunan ‘gemilerin karadan yürütülmesi’ fikrinin kimden ve nasıl çıktığı ise tamamen es geçilmiş. Hatırlarsanız Troy’da Odysseus tahtadan bir at oyan askerle yaptığı kısa sohbet sonrasında o malum fikri buluyordu. Fetih’te de benzer bir yöntemle fikrin doğuşu, duyanların tepkileri anlatılsa fena olmazdı. Ama onun yerine adeta nurlar içinde, ben deyim ak sakallı dede, siz deyin Ak Gandalf modunda bir Akşemsettin çıkageliyor ve Sultan Mehmet’e iman gücüyle gaz veriyor. Bu noktada filmin dini göndermeleri de tavan yapıyor. Ama Osmanlı İmparatorluğu'nda İslam'ın çok kilit bir önemi olduğu göz önünde bulundurulduğunda din vurgusunun yapılması da kaçınılmaz hale geliyor. 
Hollywood kalitesine alışmış bizler için efektler aşağıdaki karede de anlayacağınız üzere çoğu sahnede sırıtıyor. Bütçemiz yetmedi, yaptıracak adam bulamadık gibi bahaneler bu durumu açıklayabilir ve makul gösterebilir. Ama senaryonun bu denli zayıf olmasını makul gösterebilecek bence hiçbir sebep olamaz.


Filmdeki Bizanslı ve Vatikanlı karakterlerin Türkçe konuşması ise apayrı bir fiyasko. Bu kadar iddialı bir proje yaparken yabancı oyuncular bulup, orijinal dilinde konuşturmak ve altyazı eklemek çok da zahmetli ya da maliyetli bir şey olmasa gerek diye düşünüyorum. Hiç olmadı Türk oyuncular yabancı replikleri ezberleyiverselermiş, zaten cümleler “onları mahvediciiiz”den öte bir derinlik taşımıyor. Aynı hatayı Martin Scorsese bile yaptı, hadi bunu hoş görelim desek bu kez de aklıma oyuncuların takma sakalları ve perukları geliyor. El insaf yahu bir oyuncunun rolü için gerçekten sakal bırakması (bkz. İmparator Konstantin) ya da saç rengini değiştirmesi (bkz. Era) çok zor şeyler değil.

 Biraz da iyi kısımlardan bahsedelim. Ama ne yazık ki bu kısım kısa sürecek. Örneğin kostümler gerçekten de başarılıydı. Özellikle Sultan’ın kaftanları Topkapı Sarayı’nda sergilenenlere çok benziyordu. Finale doğru Ulubatlı Hasan ve Şovalye Guistiniani arasında yaşanan kılıçlı mücadele de filmin iyi sahneleri arasında başı çekebilir. Ancak surlara Osmanlı sancağını diken Ulubatlı’nın o meşhur görüntüsünün genel ve hatta uzak çekimle gösterilmemesinin büyük eksiklik olduğunu da söylemeden edemeyeceğim. Oyunculuk bakımından da Fatih Sultan Mehmet’i canlandıran Devrim Evin’in ve Ulubatlı Hasan rolündeki İbrahim Çelikkol’un hakkını vermek lazım.


Filmin sonunda bir tarihsel bilgi daha ediniyoruz; küçük çocuk kucaklayıp sevme modasını Fatih Sultan Mehmet başlatmış, Fetih 1453’le ilgili son sözüm de bu olsun.


13 Şubat 2012

Sevgililer Günü'ne Özel (!) Film Önerileri


Yukarıdaki klişe başlığa bakıp aldanmayın. Günümüzün tüketmekten başka işe yaramayan bireylerine para harcamak için yeni bir bahane sağlayan Sevgililer Günü, Anneler -Babalar Günü gibi bilimum özel (?) günlerden hiç haz etmem. Yandaki tanım da Sevgililer Günü hakkındaki düşüncelerime birebir uyuyor zaten. Dolayısıyla 14 Şubatta ister tek başına, isterse sevgilisiyle evde oturup film izlemeyi düşünenler için hazırladığım film listesi kadın dergilerindeki önerilere pek benzemeyecek baştan söyleyeyim. Aşkın romantik-komedilerdeki sıradan ve yüzeysel haline özenip, duyguların yoğunluğunun kırmızı güllerle, kalp şeklindeki objelerle veya tek taş yüzüklerle ifade edilebileceğini sananlar hiç zahmet edip de izlemeye kalkmasınlar, zira onlara biraz ağır kaçabilir. Çünkü kısa listemdeki bu filmlerin aşk filmi değil de aşk'ı anlatan filmler olduğunu düşünüyorum. 

Dolls (2002)



     Ne zaman izlesem hala etkisinde kaldığım bir filmdir Dolls. Birbirinden farklı üç hikayesi var ve üçü de gerçekten insanın içini burkuyor. Film boyunca büyüleyen görselliği de lezzetli bir pastanın üzerindeki krema gibi. Az diyaloglu senaryosu standart Hollywood filmlerine alışkın seyirci için biraz sıkıcı gelebilir ama duyguları ifade etmek için bazen kelimelerin gereksiz olduğunu  anlıyorsunuz. Henüz izlemediyseniz şiddetle tavsiye ediyorum. 










Bin-jip (2004)



     Derdini anlatmak için kelimelere başvurmayan bir film daha. Yönetmen Kim Ki-Duk'un en özel filmlerinden biri. Birbiriyle tek kelime konuşmadan aşık olan bir çiftin hikayesi kimine belki fantastik gelecek olsa da oyuncuların beden dili ve yüz ifadeleri aşkı, hüznü ve yalnızlığı o kadar iyi anlatıyor ki konuşsalar bütün büyü bozulacakmış gibi hissediyorsunuz. Filmdeki tek müzik olan Natacha Atlas'ın Gafsa şarkısı da ayrıca akıllara zarar.










2046 (2004)


 Listenin çoğunluğunu Uzakdoğu filmlerinin oluşturduğunun farkındayım ama aşkı da yalnızlığı da batılılardan daha iyi anlattıklarını düşünüyorum. Wong Kar Wai'nin aynı güzellikteki In the Mood For Love (2000) filminin devamı niteliğindeki 2046 ilk filmdeki suskunluğa inat, düşündürücü replikleriyle insanı vuruyor. Çekim açıları, görsel ziyafeti ve müzikleri ile şiir gibi bir film. "Love is all a matter of timing. It's no good meeting the right person too soon or too late. If i'd live in another time or place... My story might have had a very different ending". Filmden muhteşem bir şarkı içinse buradan buyurun.








Blue Valentine (2010)



    Blue Valentine, kadın-erkek ilişkisi ve aşka dair klişelerden uzak, sahici bir film. Bir ilişkinin hem başlangıçtaki cıvıltılı halleri hem de bitişinde yaşanan sancılar birbirine paralel ve gerçekçi bir biçimde anlatılıyor. Öyle ki platonik ya da karşılıklı fark etmez birisine aşık olmuş herkes bu filmde empati kuracak birşeyler bulacaktır. Fedakarlığın, bağlılığın, yalnızlığın, ayrılığın ve tabi ki aşkın bu abartısız ve can yakan anlatımını şimdiye kadar izlemediyseniz çok şey kaçırmışsınız demektir.  









Perfect Sense (2011)


   
   Kısa listemin son filmi de Perfect Sense. Son zamanlarda izlediğim en etkileyici filmlerden biri oldu. İnsan hangi duyusunun etkisiyle aşık olur, gördüklerine mi vurulur, duyduğu sözlerden mi etkilenir? Sevgilinin kokusu mudur baştan çıkaran yoksa ellerin birbirine değmesi midir kalbi deli çarptıran? "Yeryüzündeki Son Aşk" gibi dandik ve filmle alakasız bir çeviriyle gösterime girdiğinden izleyiciyi romantik beklentiler içerisine soksa da klasik bir aşk filmi olmadığını, günlük hayatımızda kimi zaman çok da tadına varmadan gerçekleştirdiğimiz rutinlere dair de düşündürdüğünü, şaşırttığını ve sorularla başbaşa bıraktığını ayrıca belirteyim.  

9 Şubat 2012

Don't Be Afraid of the Dark


Korku filmi izlemeyi seven biri değilim. Hayatım boyunca izlemiş olduğum korku filmleri bir elin parmaklarını geçmez o derece. Ama Don’t Be Afraid of the Dark’ın künyesinde Guillermo del Toro’nun ismini görünce, hele bir de ürkütücü fragmanını izleyince bu filme gidilir diye düşündüm. Filmin, gizemli yaratıklara ev sahipliği yapan gizemli bir ev, bu eve yeni taşınan masum aile ve sorunlu küçük kız çocuğu formülüne dayanan son derece klişe bir öyküsü ve yönetmen Troy Nixey’in ilk uzun metrajlı çalışması olsa da, senaryo Guillermo del Toro’nun kaleminden çıktıysa insanın beklentileri ister istemez artıyor. Ama sonuç koca bir hayal kırıklığı.
Bir tür filmine gittiğinde seyircinin görmeyi ve hissetmeyi beklediği şeyler bellidir. Komediye gittiyse gülecek, dram izliyorsa ağlayacaktır. Bir korku filminden beklenen ise korkutması, gerim gerim germesi ve hatta koltuktan sıçratmasıdır. Don’t Be Afraid of the Dark ise layığıyla korkutmaması bir yana, özellikle ikinci yarısında gülmekten kırıp geçiriyor. Fazla korktuğu için korku filmi izleyemeyen biri olarak ben bile etkilenmemişken, türün fanatikleri için ne büyük bir fiyasko olmuştur siz düşünün. Bunun en büyük nedeni ise senaryodaki inanılmaz hatalar. Spoiler vermemek için detaya girmiyorum ama olur da izleme gafletinde bulunursanız zaten kolaylıkla fark edersiniz. Bir başka önemli sorun ise filmin korku ve gizem kaynağı yaratıkları. Tamamen görünmedikleri ilk yarıda film ürkütmeyi başarırken, yaratıkları net bir biçimde görebildiğimiz andan itibaren “takke düştü kel göründü” misali filmin tüm gerilimi silinip gidiyor. Çünkü söz konusu meşum yaratıkların fareden biraz büyük ama bir kedinin bile rahatlıkla indirebileceği boyutta olmaları gerçekten komik. Hani nerdeyse üzerlerine bassanız ölecekler. Üstüne üstlük bu minik şeytani yaratıkların alemde hatrı sayılır bir itibarları da var çünkü 999 yılında Papa kendileriyle centilmenlik anlaşması imzalamış! Buradaki 999 rakamının şeytanın rakamı olduğu düşünülen 666’ya yaptığı ucuz göndermeyi de esefle kınıyorum. Film boyu devam eden saçmalıklar silsilesi finalde golden shot yapıyor. Yaratıkların yer altındaki inlerini bulmak için evi yıkma, hiç olmadı ilgili bölgeyi kazma gibi vasat seviyede zekası olan birisinin bile akıl edebileceği yöntemlerin hiç birine başvurulmuyor. Yoksa bir devam filmi için zemin mi hazırlamak istemişler bilemiyorum ama bu olasılık şahsen beni filmin kendisinden daha çok korkuttu.


Elde böyle dandik bir senaryo olunca oyunculuk açısından da söylenecek fazla bir şey yok. Katie Holmes’u pek sevmem zaten ama Guy Pearce gibi yetenekli bir oyuncunun bu filmde rol almayı kabul ederken aklı neredeydi acaba? Filmin tek artısı ise set tasarımı. Kabartmalı, işlemeli kapı ve pencereleri, ahşap mobilyaları ve labirentimsi bahçesiyle oldukça görkemli ve tekinsiz görünen ev, ürkütücü bir atmosfer oluşturma konusunda filme yaratıklardan daha çok katkıda bulunmuş.
Sonuç olarak filmin isminin “Don’t Be Afraid of This Movie” olarak değiştirilmesini öneriyor, özellikle de korku filmi sevenlerin uzak durması gerektiği konusundaki uyarımı tekrarlıyorum. Fragmanı filmin kendisinden daha korkunç, onu izleyin daha iyi.

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...